POETİKA, ELEŞTİRİ VE YÖNTEM

 

 

“Poetika, tek tek yapıtları yorumlamaya karşıt olarak, anlamı adlandırmayı değil, her bir yapıtın ortaya çıkışını yöneten genel yasaların bilgisine ulaşmayı amaçlar. Ancak psikoloji, sosyoloji, vs. gibi bilimlerin aksine, bu yasaları edebiyatın kendi içinde arar. Demek ki, poetika, edebiyata dair hem ‘soyut’ hem de ‘içsel’ bir yaklaşımdır.” (T.Todorov – Poetikaya Giriş/Metis Yay.s.37)

Şiire dair estetik kurallar toplamı olarak ele alınabilecek olan poetika, tarih boyu tanımını değiştirerek gelişmiş, dilin gerek amaç(eğretileme), gerekse araç(düzdeğişmece) olarak kullanılmasıyla, yapıtların yaratılması ve kurulması eylemi halini almıştır.

Roman Jakobson’un “edebiyat bilimi” olarak tanımladığı poetika, Roland Barthes’ta ise, “edebiyatın bilimi” olarak tanımlanmıştır.

Poetikayı, nesnesi edebiyat olan dilbilimle akraba kabul edecek olursak, antropoloji, psikanaliz, göstergebilim ve dil felsefesinin poetikanın yararlanacağı bilim ve bilgi dalları olduğu görülmektedir. 

Grekçe krino sözcüğüne dayanan eleştiri (kritik) etimolojisinde anlam olarak karar vermek’le bir tutulur. Aristoteles ile başlayarak günümüze kadar gelen poetika birikimi, 20.yy. başlarında İngiltere ve ABD’de edebiyat teorisinin özerkliğini kurmaya çalışan Yeni Eleştiriciler tarafından değerlendirmeye alınıp sunulmuştur. Aristotelesçi geleneğe sıkı sıkıya bağlı olan bu teorisyenler, yapıtların anlamlı düzeylerini ve parçalarını ele alarak, romantik estetik bir anlayışla çalışmaktaydı. Gerilim ve jest adıyla birbirine yakın iki kavramı geliştiren bu biçimciler, iyi şiiri kötüden ve düzyazıdan ayırmanın yollarını gerilim ve jestlerde aramışlardır. Çok sayıda karşıtlığın bir arada bulunduğu şiir, duygu, düşünce, tasarı ve imgelemi gergin bir denge içinde bir arada tutabildiği ölçüde kabul görmektedir. Bu söylemde şiir, çeşitli söz oyunlarının sivrilttiği, keskinleştirdiği aforizmalar yığını ile de bir tutulabilir belki de. Fakat bu yığını alt alta, dize dize tarihsel bir bilinç ve özgün bir biçimde örgütleyen sanata vurgu yapmak gerekmektedir. Bu tarihsel bilinç ise, her durumda, hangi biçimde ele alınırsa alınsın bir sistem muhalifliğini yalın bir dille yaşatmak zorundadır. Yalın dil ise, bileşik bir imgelem bütünlüğü içerisinde ayrışma – kristalleşme olanağı tanıyan biçemden başka bir şey değildir. Yoksa derdimizin şiiri şekilleştiren, matematikleştiren bir dert olmadığını söylemeye gerek var mı? Özne ve nesnenin ayrışmadığı, neyin neye muhalif olduğunun belirsizliği, salt romantik refleks olmaktan öte gidemeyen saçmalar bütününden has şiiri ayırmaktan söz ediyoruz. Yine şiirin matematik olduğunu söyleyenlere, şiirin matematik ile bir tutulamayacağını; hesap ve matematiğin ayrı kavramlar olduğunu hatırlatmamıza gerek var mı bilemiyoruz.

Psikolojik öğeleri ağır bir şiir ile karşılaştık. Ne yapmalı? Hemen psikoloji biliminin bize verdiği bütün olanakları kullanıp eleştirme eylemine mi başlayacağız? Ya da eleştirmemizde (ki beğeniye giden yol için bu zorunludur) sosyolojik değerlerden mi yararlanacağız? Ya insanlık tarihi içindeki düşünceler tarihi? Görmezden gelip bir sonuca mı ulaşacağız? Öyle olsaydı, Freud, hiç değilse kendi döneminde ele aldığı edebiyat eserlerinin en büyük edebiyat eleştirmeni olmaz mıydı? Freud’un eylemi psikanalizin konusudur. “..Freud’a bağlanan bir psikanalitik eleştiri vardır, Charles Mauron (Racine üzerine, Mallarme´ üzerine) bugün Fransa’da bu eleştirinin en iyi uygulayıcısı sayılmaktadır; ama burada da en verimlisi kıyıda kalan ruhçözümleyim olmuştur; G. Bachelard tözlerin (yapıtların değil) çözümlemesinden yola çıkıp pek çok ozanda imgelerin canlı biçim değişimlerini izleyerek gerçek bir eleştiri okulu kurmuştur; bu okul öylesine zengindir ki, bugün Fransız eleştirisinin en gelişmiş biçimiyle Bachelard’dan esinlendiği söylenebilir. (G. Poulet, J. Starobinski, J. P. Richard).” R. Barthes (Yazı ve Yorum – Metis Yay.)

Edebi metin, tek harf ve heceden başlayarak, söz, sözdizim ve anlambilim olarak üç yönlü bir araştırmanın konusu olabilir. Günümüz modern dilbilim teorisine göre birbirinden ayrılan bu üç bölüm, Rus Biçimbilimciler tarafından üslup, kompozisyon ve tematik olarak üç bölümde toplanmıştır. Bilimsel eleştiri, dilsel yaklaşımla dilbilimsel, psikolojik yaklaşımla psikanalitik, toplumsal hareketlerin yansımasıyla sosyolojik ve yine tarihsel düşüncenin değerler sistemiyle düşünceler tarihinin adil (salt birine indirgenemez ve diğerini eklektik yöntemle ayıklamaz) biçimiyle, poetikanın etimolojik ve gelişmesini diyalektik bağlamda sürdürmekte olan tanımıyla ele alınabilir. Öyle ki, poetika, edebiyatın kurallarını gözeterek ürün bazında araştırmasını ve eleştirmesini yaparken her defasında yeniden kendi tanımını da bir sorunsalı olarak koymalı ve yenilemelidir. Buradan, bilimsel gelişmeler ışığı altında sürekli değişen edilgen bir poetika tanımı olduğu ya da olması gerektiği anlaşılmamalıdır. Poetikanın dilbilim, psikanaliz, sosyolojik ve düşünceler tarihi değer sistemi ile gelişecek ve kendisini yeniden kuracak olan estetikle yakın ilişkisi anlaşılmalıdır.

Rainer Maria Rilke, “Genç Bir Şaire Mektuplar” adı ile ülkemizde yayımlanan kitabında, (R.M. Rilke Çev.Kamuran Şipal - Cem Yayınevi)mektup arkadaşı Franz Xaver Kappus’a estetik-eleştirel yazıları elden geldiğince az okumasını, böylesi yazıların ya belli bir tarafı tutan görüşleri yansıttığını, ölü katılıkları içinde taşlaşmış ve anlamsız nitelik taşıdığını ya da ustaca dizilmiş söz oyunları olduğunu yazmaktadır. Eleştirinin, bugün savunduğunu yarın reddettiğini, söyleyen Rilke, sanat yapıtlarına eleştiri ile değil, sevgi ile yaklaşılmalı demektedir. Peki, sevgi ya da nefretle yaklaştığımız şeyin sanat yapıtı olup olmadığını nereden anlayacağız? İmzaya bakıp peşinen sanat eseri olduğuna mı karar vereceğiz? Öyle ise, eleştirmene düşen şey, sanatçıyı övmekten öte gidebilir mi? Günümüz dergiciliğinin ve yazınımızın içinde bulunduğu en büyük sorun da bu değil mi? Oysa sanata karşı tutumuyla her sanatçı önce eleştirmendir. Adım adım, sindire sindire eserini tamamlamaya çalışan, eserinde duygusal ve düşünsel düzeltme yapan; eserinin tanrı sözü olmadığını vurgulayan her sanatçı eleştirmendir. Öyle de olmak zorundadır. Ancak, eleştirmen için aynı şeyleri nasıl söyleyebiliriz? Türk Edebiyatı eleştiri geleneğinin kopuk olduğunu söylemek kime ve hangi kurumlara haksızlıktır?  Burada belirtilmesi gereken, eleştirmenin sanatçı olmak zorunda olmadığı, sanatçının ise, doğa karşısındaki eleştirel tutumunu, kendi eserlerine karşı yapılan yaklaşımlarda kat be kat kabul edebilmesi açıklığıdır. Bütün doğayı imgeleminde değiştiren bir sanatçı, bütün bu doğa katliamından sonra, nasıl olur da kendi yazdığı bir şiiri dokunulmaz ilan edebilir? 

Eleştirinin sınırlarını belirleyen şey, eleştirinin olanaklarıdır. Sınır ise, sınırsız düşünce üretiminde süreçlerle şekillenmiş disiplinin suni ve esnek sınırlarında aşama aşama gelişen ve böyle olmak gereğini de zorunlu olarak var eden diyalektik bir zorunluluktur. Tarih gerçeği nasıl ki “an”lar toplamı ise, sanatçı bu toplamın bir noktasıdır. Yaratımında, ister diyalektiğin ilk adımı kabul edeceğimiz salt eklektik yöntem kullansın, ister yapısalcı yaklaşım ya da başka yöntemler, sanatçı öncüllerinin farkında olan devamıdır. O nedenle, tarih çizgisi yatay (sağa sola), dikey (aşağı yukarı), helezonik (daralan genişleyen), dairesel (kesişmeli metafizik) ya da bütün bunların olası bütün post-modern bağlamında düşünceler dünyası çizgisinde aralıksız devam ede gelir, ede gider. Sanatçı, ürünleri ile nerede nokta, nerede virgül, nerede ünlem olduğunu bilmelidir.

 

*Sincan İstasyonu Mart 2008 yayınlandı.